Sınıfsal Var Olma Mücadelesi
Catherine, soylu bir ailenin en küçük çocuğudur. Henüz 17 yaşında olmasına rağmen oldukça alımlı ve hanımefendi bir kişiliğe sahipti. Zaten 1878 yılında 17 yaşında bir kadın olmak yetişkin bir hanımefendi olmak anlamına geliyordu. Catherine, şanslı doğanlardandı. Zira ailesinin maddi durumu iyi ve yaşadığı zamanın imkanlarından oldukça geniş çaplı bir şekilde faydalanabiliyordu. Zenginlik göstergesi olan 3 katlı ve geniş bahçeli evlerinde kendisine ait oldukça geniş ve ferah bir odası vardı. Pencereleri, kestane ağaçlarının dalları ve yaprakları ile komşuydu. Her sabah o pencereleri ardına kadar açar ve bahçesinden yayılan bütün çiçeklerin ve bitkilerin kokusunu içine çekerdi. Catherine, gerek eğitimsel anlamda gerekse de sanatsal aktiviteler anlamında kendisini sürekli geliştiren bir hanımefendiydi. Daha o yaştayken kendisine talip olan soylu efendiler ile davetlerde oturup sohbetler ediyor ve müzik dinliyordu. Böylesine şımartıcı bir ilgiden dolayı Catherine de oldukça memnundu. Dünyanın kendi etrafında döndüğünü hissediyor gibiydi. Her hafta verilen davetlerde yeni yüzlerle tanışıyor ve yeni arkadaşlar ediniyordu. Bu arkadaşların çoğu elbette Catherine için romantik duygular besliyorlardı. Catherine ise onları peşinden koşturmayı seviyordu. Şehirde dolaşmayı da çok severdi Catherine. Çiçekli elbiselerinden birini giyer, yanına beyaz şemsiyesini alır ve bir hanımefendiye yakışacak bir şekilde şehrin sokaklarında gezinirdi. Fakat bu güzel sokakların üzerinde bir karartı vardı artık. Kendi zengin dünyasından başka dünyaları bilmeyen Catherine, neler olup bittiğini de haliyle anlayamamıştı. Sokaklardaki insan sayıları azalmış, birçok dükkân açılmamıştı. Şehir yaşayan bir ölüye dönmüştü adeta. Fiziksel olarak bir şehir silueti olsa da ruhunu yitirmişti. Catherine neler olup bittiğini merak etmiş ve yolda gördüğü birkaç alt sınıftan kadının yanına gitmişti. Onlarla konuşmaya başladığında duydukları kendisini bir anda ürkütmüştü. Ortalıkta fena bir hastalık geziyordu. Hem de hiç kimseye görünmeden ve sinsice… Neler olup bittiğini anlayamadan insanlar zayıf düşüyor ve birkaç gün içinde de ölüyorlardı. Özellikle fakir ve alt sınıftan insanlar bu hastalığın pençesine düştüler mi yaşama şansları çok düşük oluyordu. İşte kadınlar bunu anlatırken içlerinden birini birden dehşet bir öksürük tuttu. Sanki nefesi kesilecekmiş gibiydi. Ciğerleri parçalanmış da onları kusuyormuş gibiydi. Öksürüğünden nasibini herkes almıştı. Ağzından çıkan tükürükler yanındaki kadınlara ve karşısındaki hanımefendiye sıçramıştı. Catherine, küçük çantasından çıkardığı mendili ile yüzünü sildi. Daha sonra öksüren kadına da bir başka mendili verdi. Onu rahatlatmaya çalıştı. Bir süre sonra kadının öksürük nöbeti durmuştu. Gözleri kan çanağı olmuştu ve ciğerleri neredeyse göğüs kafesinden fırlayacak gibiydi. Yürümek için yanındaki diğer kadınlardan destek aldı ve öylece sokağın başına doğru yürüdüler. Catherine, kadın için üzülmüştü. Fakat kadından daha çok üzüldüğü bir şey varsa o da şehrin bu ölüm sessizliği idi. Birkaç hafta sonra güneşli bir sabah günüydü. Catherine, her zaman uyandığı saat olan 8’de değil 10’da gözlerini açmıştı. Fakat yataktan kalkmak onun için bir anda büyük bir ıstıraba dönüşmüştü. Pencerelerini açıp, bahçenin kokusunu içine çekmek istiyordu. Yataktan zor da olsa kalktı. Vücudunun ter içinde olduğunu fark etti. Geceliği ile teni bir bütün olmuştu. Bütün bunlara anlam veremiyordu. Pencerelerin önüne gitti. İki pencerenin kulpunu tuttu ve açtı. Pencereleri tamamen açıyordu ki birden yere yıkıldı. Ne olduğunu anlayamamıştı. Odadan kopan gürültüler üzerine hizmetçiler ve ev halkı yukarıya koştu. Catherine’i yerde bulunca herkes bir anda panikledi. Onu kaldırıp yatağa koydular. Baba hemen doktor çağırdı eve. Bir saat sonra doktor gelmişti. Gelen doktor her zamankinden garipti. Aile dostları olan doktor, takım elbisesinin üzerine büyük beyaz bir önlük giymişti. Boğazına kadar düğmelenmiş olan önlük aynı zamanda da ayak bileklerine kadar uzanıyordu. Yüzünde ise bez görünümlü bir maske vardı. Doktorun gözleri hariç yüzünün geri kalan kısmı bu maskenin altındaydı. Baba, doktora bütün bunların ne demek olduğunu sormadı bile. Hemen yukarıya kızının odasına çıktılar birlikte. Doktor, babayı dışarı çıkardı. Beklemesini söyledi. Catherine, yavaş yavaş kendine geliyordu. Fakat ateşi vardı. Cayır cayır yanıyordu adeta. Doktor bazı tetkikler yaptı ve kanını incelemek üzere aldı. Catherine’i rahatlatacak birkaç ilaç bıraktı baş ucu masasının üzerine ve odadan çıktı. Baba ve evin diğer halkı merakla bekliyordu doktorun söyleyeceklerini. Doktor, bazı tetkikler yaptığını ve incelemek için kanını aldığını söyledi. Şüphelendiği hastalığın “Tüberküloz” olduğunu söyledi. Bir anda herkesin gözleri büyümüştü. Tüberkülozun ne olduğunu biliyorlardı. Onlar için alt sınıf ve fakir hastalığıydı bu hastalık. Nasıl olur da Catherine için bu hastalıktan şüphelenirdi doktor. Baba çok öfkelenmiş ve doktorun üzerine yürümüştü. Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını ve kendisinin kafayı yemiş olduğunu söyleyerek bağırıyordu. Doktor ise bu hastalığın tüm şehrin sokaklarını esir aldığını ve kendisinin neden böyle hayalet gibi dolaştığını anlatmaya çalışıyordu. Bu bir alt sınıf hastalığı falan değildi. Belki de tüm dünyayı etkisi altına almış olabilecek öldürücü bir salgındı. Babayı sakinleştirmeye çalışan doktor, kanı inceledikten sonra daha kesin konuşacağını söyledi. Bu süreçte Catherine’in odasına kimsenin girmemesi gerektiğini, yemeğini ve suyunu kapı önüne bırakmaları gerektiğini söyledi. Anne göz yaşları içinde doktoru dinliyor, Catherine’i görmeden nasıl yaşarım diye soruyordu. Birkaç gün bu şekilde olması gerektiğini söyleyen doktor evden ayrıldı.
Üç gün sonra evin kapısı çaldı. Gelen doktordu. Elinde bazı evraklar vardı. Anne ve baba 3 günde çökmüştü adeta. Annenin gözleri ağlamaktan şişmiş, babanın ise uykusuzluktan gözleri kan çanağı içindeydi. Doktor ikisini karşısına aldı ve hastalığı teşhis ettiğini söyledi. Ne yazık ki şüphelendiği şey doğru çıkmıştı. Catherine “ince hastalığa” yakalanmıştı. Bunu söylediğinde anne ve babadan bir anda ağlama nöbeti boşandı. Doktor onları telkin etmeye çalışıyor ve bir şeyler söylüyordu. Fakat anne ve baba bir süre hiçbir şey duymadılar. Kızlarının tüberküloz illetine yakalandığından başka hiçbir şey duymadılar. Bir süre sonra sakinleşmeye başlayan anne ve babaya doktor nasıl bir tedavi uygulanacağını anlattı. Eğer çok iyi bakılırsa bu hastalığı yenme şansı vardı Catherine’in. Bunun için en başta gereken şey 17 yaşındaki bu genç kadının izole bir ortama götürülmesiydi. Babaya sanatoryum denen bir yerden bahsetti. Baba ise şiddetle karşı çıkarak, oraya giden hiçbir hastanın hayatta kalmadığını ve oranın bir ölüm evi olduğunu söyledi. Doktor ise durumun pek de öyle olmadığını anlatmaya başladı. İki farklı sanatoryum vardı. Bunlardan biri alt sınıf ve fakir insanları toplumdan soyutlamak ve diğer üst sınıflara hastalık bulaştırmamaları için açılmış harabe gibi bir yerdi. Buranın önceliği bu insanları iyileştirmek değildi ne yazık ki. Çünkü yönetim tarafından çok az bir ödenek alıyordu. Bu da sadece buraya gelen hastaların sabah ve akşam yiyecekleri kurtlu yemekler için harcanıyordu. Catherine’in gideceği sanatoryum ise oldukça lüks bir hastaneydi adeta. Tek başına kalacağı odası, yürüyüş yapabileceği güzel bir bahçesi ve karnını iyi bir şekilde doyuracağı yiyecekleri olan bir sanatoryumdu burası. Her şeyden önemlisi ise gereken ilaç tedavilerinin tam anlamıyla yapılacağı garantisinin veriliyor olmasıydı. Elbette bütün bunların bir bedeli vardı ve Catherine, soylu bir ailenin kızı olduğu için çok şanslıydı. Baba, bütün bunları duyduktan sonra doktorun dediklerini uygulamak için hemen harekete geçti ve Catherine 2 gün içinde bu lüks sanatoryuma yattı. Söylenen her şey aksatılmadan yapılıyor ve hasta Catherine her geçen gün kendisini çok daha iyi hissediyordu. Üç ay sonra hastalığı tamamen yenmiş olarak sanatoryumdan ayrıldı. Anne ve babası kızlarını eskisi gibi sağlıklı ve güler yüzlü gördükleri için çok mutlulardı. Catherine’i alıp evlerine döndüler. Catherine, yine sabah olduğunda yatağından kalkıyor, pencerelerini açıp içeriye dolan çiçek kokularını içine çekiyordu. Ölümcül bir hastalığı yenmişti. Aklına bir anda hastalığı kaptığı kadın geldi. O da iyileşmiş midir acaba diye dşünmeye başladı. Pencereden dışarı bakarken gözleri dolmuştu. Cevabını kendi içinde yanıtlamıştı çünkü. Catherine, şanslı doğanlardandı…
Yukarıda sizlere kısa bir hikâye yazdım. Hiçbir şekilde kafamda tasarlamadım. Klavyenin başına otururken bir hikâye yazma niyetim yoktu. Fakat bir anda kafamda her şey kurgulanmış oldu. Nasıl oldu ben de bilmiyorum. Sadece klavyenin tuşlarına basmak kalmıştı geriye ve ortaya böyle kısa bir hikâye çıktı. Esasen bu yazıda konu aldığım şey ne sınıfsal sorun ne de tüberküloz olacaktı. Evet, belki yine içinde bunları barındıracak ama esas konu olmayacak. Geçenlerde bitirdiğim “Mahşerin Dördüncü Atlısı” adlı kitap beni çok etkilemişti. Her bölümünde farklı bir salgın hastalığın yıkıcı gücünü okumak, özellikle içinde bulunduğumuz bu pandemi sürecinde gerçekten üzerine çok fazla düşünülmesi gereken konuların yığınla bir yerde durduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu kitabı okurken aslında sadece bir iki sayfa ile üzerinden geçilmiş “sanatoryum” konusu bir anda kafamda çok çeşitli düşünceler uyandırdı. Aslında sanatoryum kelimesine yabancı olmadığımı fark ettim. Belki sizler de öylesinizdir. Kelimeye yabancı olmak onu yeni duymak değil. Benim buradaki kastım kelimenin zihnimizde canlandırdığı görsellerdir. Gerek yabancı gerekse de yerli birkaç filmde sanatoryum sahnelerini gördüğüm benim zihnimde canlandı. Özellikle yerli filmlerde yukarıda da değindiğim gibi bir zengin ailenin kızı tüberküloz (verem) hastalığına yakalanır ve aile elindeki bütün imkanları kullanarak kızını İsviçre’deki bir sanatoryuma gönderir ve tedavisini yaptırır. Finalde de kız iyileşmiş bir şekilde gelir ve mutlu mesut hayatına devam eder. Yabancı filmlerde ise işin biraz daha karanlık kısmını görebiliriz. Özellikle fakir insanların yattığı sanatoryumlar bu defa ön plana çıkar ve içimizde derin üzüntüler yaratır. İşte benim zihnimde oluşan bu görseller yukarıdaki kısa hikâyeyi yazmamı sağladı diyebilirim.
Sanatoryumların yaygınlaşması tüberküloz ile birlikte olmuştur. Fakat tüberkülozdan önce dünyayı kasıp kavurmuş birçok salgın hastalık olmuştur. Cüzzamdan sıtmaya, eboladan tifüse kadar tahribat gücü yüksek hastalıklarla boğuşmuştur insanlar. Özellikle Avrupa bulaşıcı hastalıkların en çok vurgun yaptığı kıta olmuştur. Evet, birçoğunuz Avrupa kıtasının nasıl olur da en çok fireyi veren ülke olduğunu sorabilirsiniz. Fakat günümüz Avrupası ile orta çağ Avrupası aynı değildir tabi ki. Özellikle temizlik alışkanlıkları konusunda dünyanın en pis toplumlarına ev sahipliği yapmış bir kıtadır. Fransa’dan İspanya’ya kadar birçok ülke pislik içinde yüzmekteydi. Yıkanma alışkanlığı yok denecek kadar azdı. Tuvaletin olmadığı uzun yıllar olmuş ve tuvaletlerin yokluğunda insan pislikleri sokaklara atılmıştır. Öyle ki insan pisliğini temizleme görevlileri bile vardı. Elbette bu işi yapan kişiler alt sınıftan insanlardı ve günde 10 saate yakın pislik temizliyorlardı. Özellikle soyluların ve kraliyetin evlerinin ve saraylarının önünde mütemadiyen görevli olurdu. Evlerde ve saraylarda tuvalet kapları vardı. İnsanlar tuvaletlerini bu kaplara yaptıktan sonra kapılarından veya pencerelerinden dışarı atarlardı. Ortalığa saçılmış bu pislikler görevliler tarafından temizlenmesine temizlenirdi fakat elbette tam bir temizlik olmazdı. Öyle ki fakir semtlerde bu temizlik hiç olmazdı. Bütün halkın pisliği sokaklarda koku saçmaya devam ederdi. Elbette bu pislikler üzerlerine sinekleri, fareleri çekiyordu. Özellikle virüs ve bakteri taşıma konusunda nam yapmış sivrisinekler bir anda insanlığın soyunu tehdit eden yaratıklara dönüşmüşlerdir. Avrupa’da etkisini çok büyük gösteren bu dişli salgınlar elbette sadece burada kalmamış ve tüm dünyayı perişan etmiştir. Özellikle cüzzam gibi lekeli hastalıklar insanların korkulu rüyası olmuştur. Bu hastalığa yakalanan insanlar yaşadıkları şehirlerden, köylerden ve kabilelerden sürülmüştür. Ölüme terk edilmişlerdir. Çünkü bu tür lekeli hastalıkların tanrı katındaki yeri cehennemdir. Her büyük salgın bittikten sonra başka bir büyük salgın başlamıştır. Özellikle sanayi devriminden sonra salgınların yayılma hızları da katlanarak artmıştır. İnsanların eline geçen bu güç bir anda doğaya doğrultulmuş silah olmuştur. Her bir kurşun sıkıldıktan sonra insana misliyle dönmüştür. Bir türlü akıllanmayan insan yirmi birinci yüzyıla kadar bu şekilde gelmiş ve hala aynı cehaletle bu yöntemi devam ettirmeye devam etmektedir. Ne trajikomedi ki orta çağda olmamıza rağmen, teknolojinin devrim yarattığı çağda olmamıza rağmen evlerimize rehin olduk. Covid-19 ile mücadele için çırpınıyoruz fakat olmuyor. Yakın zamanda da olacak gibi görünmüyor.
Tüberküloz, sanatoryumları ortaya çıkaran bir salgın olmuştur. Çünkü bulaş hızı çok yüksektir ve kitlesel ölümlere sebep olmaktadır. Fakir insanlar için de göstermelik olsa da sanatoryumlar açılmış fakat burada yaşama tutunabilen insanların sayısı yok denecek kadar az olmuştur. Buralara getirilen insanların büyük bir kısmı ölmüştür. Bakımsızlık ve sağlanan şartların çok kötü olması zaten bunun kaçınılmaz sonu olmuştur. Hemen hemen her durumda olduğu gibi burada da yine sınıfsal ayrımlar devreye girmiş ve zenginler için ayrı sanatoryumlar oluşturulmuştur. Bu lüks bakım evlerinde yaşam oranı çok yüksektir. Buraya yatan hastalardan sadece bağışıklık sistemi düşük olanlar hayatını kaybetmiştir. Geriye kalan bütün hastalar düzenli ve iyi tedavinin ardından gülerek sanatoryum kapılarından dışarı çıkmıştır. Sanatoryumlardaki bu sınıfsal ayrım uzun bir süre devam etmiştir. Fakat fakir insanların götürüldükleri sanatoryumlar öylesine korkunç bir hale bürünmüştür ki, buralara yatmak istemeyen insanlar kaçmaya ve kendilerini evlerinde gizlemeye başlamıştır. Bu da hastalığın bir türlü yok olmamasına neden olmuştur. Çünkü şehirlerde bu mikrop yaşamaya öyle ya da böyle bir şekilde devam etmiştir. Ölecek olsalar da alt sınıftan insanlar sanatoryumlar yerine sokaklarda ölmeyi yeğlemişlerdir. Yönetimler bir süre sonra bu gerçekle karşılaşınca kötü olan sanatoryumlara da el atmaya karar vermişlerdir. Elbette yine üst sınıftan insanların kaldıkları düzeye getirmemişlerdir. Fakat en azından ilaç tedavilerinin düzenli yapılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bu da kısa zamanda etkisini göstermiş ve hastalığın yayılım hızını yavaşlatmıştır. Bölgesel tedavi merkezleri ile insanların hareket alanları azaltılmış ve karantinalar uygulanmıştır. Aşısı bulunduktan sonra da tüberküloz korkulan ve öldürücü hastalıklar arasından yavaş yavaş çıkmıştır.
Sanatoryumlar artık eskide kaldı. Günümüzde birçok ülkede gelişmiş hastaneler bulunmaktadır. Bu hastaneler bölümlerden oluşmakta ve böylesi bulaşıcı hastalıklar için özel bölümlerde tedavi hizmetleri verilmektedir. Fakat orta çağda gördüğümüz (daha eskiden başlayan bir sistem elbette) sınıfsal sistem ne yazık ki günümüzde de hala devam etmektedir. Kim ne derse desin bugün zengin insanlar ile fakir insanlar aynı ciddi hastalığa yakalansa, zengin insanın yaşama yüzdesi çok daha yüksektir. Özellikle ölüm riski yüksek hastalıklarda bu durumlara çok net tanık oluyoruz. Çünkü kapitalist sistemin tanrısı paradır. Dualar parayla edilir, tedaviler parayla yapılır ve insan para ile yaşatılır. Meblağsı önemli değildir. 1 lira da olsa 100 lira da olsa para ile yaşamış oluyorsunuz. Günümüzde sanatoryumlar yok. Artık insanlar kendi izolasyonlarını kendi evlerinde sağlayabiliyorlar. Peki, ya evi olmayanlar? Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz aslında. Etrafı ateşten bir çember çiziyoruz ve insanlığın büyük bir kısmı bu çemberin daralıp, kendisini yakmasını bekliyor. Uzak gelecek değil bu..!
Resim Kaynağı: https://www.upi.com/Health_News/2015/12/24/Victorian-disease-resurgence-in-England-follows-global-pattern/3411450977111/ |
Üç gün sonra evin kapısı çaldı. Gelen doktordu. Elinde bazı evraklar vardı. Anne ve baba 3 günde çökmüştü adeta. Annenin gözleri ağlamaktan şişmiş, babanın ise uykusuzluktan gözleri kan çanağı içindeydi. Doktor ikisini karşısına aldı ve hastalığı teşhis ettiğini söyledi. Ne yazık ki şüphelendiği şey doğru çıkmıştı. Catherine “ince hastalığa” yakalanmıştı. Bunu söylediğinde anne ve babadan bir anda ağlama nöbeti boşandı. Doktor onları telkin etmeye çalışıyor ve bir şeyler söylüyordu. Fakat anne ve baba bir süre hiçbir şey duymadılar. Kızlarının tüberküloz illetine yakalandığından başka hiçbir şey duymadılar. Bir süre sonra sakinleşmeye başlayan anne ve babaya doktor nasıl bir tedavi uygulanacağını anlattı. Eğer çok iyi bakılırsa bu hastalığı yenme şansı vardı Catherine’in. Bunun için en başta gereken şey 17 yaşındaki bu genç kadının izole bir ortama götürülmesiydi. Babaya sanatoryum denen bir yerden bahsetti. Baba ise şiddetle karşı çıkarak, oraya giden hiçbir hastanın hayatta kalmadığını ve oranın bir ölüm evi olduğunu söyledi. Doktor ise durumun pek de öyle olmadığını anlatmaya başladı. İki farklı sanatoryum vardı. Bunlardan biri alt sınıf ve fakir insanları toplumdan soyutlamak ve diğer üst sınıflara hastalık bulaştırmamaları için açılmış harabe gibi bir yerdi. Buranın önceliği bu insanları iyileştirmek değildi ne yazık ki. Çünkü yönetim tarafından çok az bir ödenek alıyordu. Bu da sadece buraya gelen hastaların sabah ve akşam yiyecekleri kurtlu yemekler için harcanıyordu. Catherine’in gideceği sanatoryum ise oldukça lüks bir hastaneydi adeta. Tek başına kalacağı odası, yürüyüş yapabileceği güzel bir bahçesi ve karnını iyi bir şekilde doyuracağı yiyecekleri olan bir sanatoryumdu burası. Her şeyden önemlisi ise gereken ilaç tedavilerinin tam anlamıyla yapılacağı garantisinin veriliyor olmasıydı. Elbette bütün bunların bir bedeli vardı ve Catherine, soylu bir ailenin kızı olduğu için çok şanslıydı. Baba, bütün bunları duyduktan sonra doktorun dediklerini uygulamak için hemen harekete geçti ve Catherine 2 gün içinde bu lüks sanatoryuma yattı. Söylenen her şey aksatılmadan yapılıyor ve hasta Catherine her geçen gün kendisini çok daha iyi hissediyordu. Üç ay sonra hastalığı tamamen yenmiş olarak sanatoryumdan ayrıldı. Anne ve babası kızlarını eskisi gibi sağlıklı ve güler yüzlü gördükleri için çok mutlulardı. Catherine’i alıp evlerine döndüler. Catherine, yine sabah olduğunda yatağından kalkıyor, pencerelerini açıp içeriye dolan çiçek kokularını içine çekiyordu. Ölümcül bir hastalığı yenmişti. Aklına bir anda hastalığı kaptığı kadın geldi. O da iyileşmiş midir acaba diye dşünmeye başladı. Pencereden dışarı bakarken gözleri dolmuştu. Cevabını kendi içinde yanıtlamıştı çünkü. Catherine, şanslı doğanlardandı…
Resim Kaynağı: https://aadl.org/hpf_0626_leland_sanatorium_19470000_001 |
Yukarıda sizlere kısa bir hikâye yazdım. Hiçbir şekilde kafamda tasarlamadım. Klavyenin başına otururken bir hikâye yazma niyetim yoktu. Fakat bir anda kafamda her şey kurgulanmış oldu. Nasıl oldu ben de bilmiyorum. Sadece klavyenin tuşlarına basmak kalmıştı geriye ve ortaya böyle kısa bir hikâye çıktı. Esasen bu yazıda konu aldığım şey ne sınıfsal sorun ne de tüberküloz olacaktı. Evet, belki yine içinde bunları barındıracak ama esas konu olmayacak. Geçenlerde bitirdiğim “Mahşerin Dördüncü Atlısı” adlı kitap beni çok etkilemişti. Her bölümünde farklı bir salgın hastalığın yıkıcı gücünü okumak, özellikle içinde bulunduğumuz bu pandemi sürecinde gerçekten üzerine çok fazla düşünülmesi gereken konuların yığınla bir yerde durduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu kitabı okurken aslında sadece bir iki sayfa ile üzerinden geçilmiş “sanatoryum” konusu bir anda kafamda çok çeşitli düşünceler uyandırdı. Aslında sanatoryum kelimesine yabancı olmadığımı fark ettim. Belki sizler de öylesinizdir. Kelimeye yabancı olmak onu yeni duymak değil. Benim buradaki kastım kelimenin zihnimizde canlandırdığı görsellerdir. Gerek yabancı gerekse de yerli birkaç filmde sanatoryum sahnelerini gördüğüm benim zihnimde canlandı. Özellikle yerli filmlerde yukarıda da değindiğim gibi bir zengin ailenin kızı tüberküloz (verem) hastalığına yakalanır ve aile elindeki bütün imkanları kullanarak kızını İsviçre’deki bir sanatoryuma gönderir ve tedavisini yaptırır. Finalde de kız iyileşmiş bir şekilde gelir ve mutlu mesut hayatına devam eder. Yabancı filmlerde ise işin biraz daha karanlık kısmını görebiliriz. Özellikle fakir insanların yattığı sanatoryumlar bu defa ön plana çıkar ve içimizde derin üzüntüler yaratır. İşte benim zihnimde oluşan bu görseller yukarıdaki kısa hikâyeyi yazmamı sağladı diyebilirim.
Sanatoryumların yaygınlaşması tüberküloz ile birlikte olmuştur. Fakat tüberkülozdan önce dünyayı kasıp kavurmuş birçok salgın hastalık olmuştur. Cüzzamdan sıtmaya, eboladan tifüse kadar tahribat gücü yüksek hastalıklarla boğuşmuştur insanlar. Özellikle Avrupa bulaşıcı hastalıkların en çok vurgun yaptığı kıta olmuştur. Evet, birçoğunuz Avrupa kıtasının nasıl olur da en çok fireyi veren ülke olduğunu sorabilirsiniz. Fakat günümüz Avrupası ile orta çağ Avrupası aynı değildir tabi ki. Özellikle temizlik alışkanlıkları konusunda dünyanın en pis toplumlarına ev sahipliği yapmış bir kıtadır. Fransa’dan İspanya’ya kadar birçok ülke pislik içinde yüzmekteydi. Yıkanma alışkanlığı yok denecek kadar azdı. Tuvaletin olmadığı uzun yıllar olmuş ve tuvaletlerin yokluğunda insan pislikleri sokaklara atılmıştır. Öyle ki insan pisliğini temizleme görevlileri bile vardı. Elbette bu işi yapan kişiler alt sınıftan insanlardı ve günde 10 saate yakın pislik temizliyorlardı. Özellikle soyluların ve kraliyetin evlerinin ve saraylarının önünde mütemadiyen görevli olurdu. Evlerde ve saraylarda tuvalet kapları vardı. İnsanlar tuvaletlerini bu kaplara yaptıktan sonra kapılarından veya pencerelerinden dışarı atarlardı. Ortalığa saçılmış bu pislikler görevliler tarafından temizlenmesine temizlenirdi fakat elbette tam bir temizlik olmazdı. Öyle ki fakir semtlerde bu temizlik hiç olmazdı. Bütün halkın pisliği sokaklarda koku saçmaya devam ederdi. Elbette bu pislikler üzerlerine sinekleri, fareleri çekiyordu. Özellikle virüs ve bakteri taşıma konusunda nam yapmış sivrisinekler bir anda insanlığın soyunu tehdit eden yaratıklara dönüşmüşlerdir. Avrupa’da etkisini çok büyük gösteren bu dişli salgınlar elbette sadece burada kalmamış ve tüm dünyayı perişan etmiştir. Özellikle cüzzam gibi lekeli hastalıklar insanların korkulu rüyası olmuştur. Bu hastalığa yakalanan insanlar yaşadıkları şehirlerden, köylerden ve kabilelerden sürülmüştür. Ölüme terk edilmişlerdir. Çünkü bu tür lekeli hastalıkların tanrı katındaki yeri cehennemdir. Her büyük salgın bittikten sonra başka bir büyük salgın başlamıştır. Özellikle sanayi devriminden sonra salgınların yayılma hızları da katlanarak artmıştır. İnsanların eline geçen bu güç bir anda doğaya doğrultulmuş silah olmuştur. Her bir kurşun sıkıldıktan sonra insana misliyle dönmüştür. Bir türlü akıllanmayan insan yirmi birinci yüzyıla kadar bu şekilde gelmiş ve hala aynı cehaletle bu yöntemi devam ettirmeye devam etmektedir. Ne trajikomedi ki orta çağda olmamıza rağmen, teknolojinin devrim yarattığı çağda olmamıza rağmen evlerimize rehin olduk. Covid-19 ile mücadele için çırpınıyoruz fakat olmuyor. Yakın zamanda da olacak gibi görünmüyor.
Resim Kaynağı: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:La_miseria_(1886)._Cristobal_Rojas.jpg |
Tüberküloz, sanatoryumları ortaya çıkaran bir salgın olmuştur. Çünkü bulaş hızı çok yüksektir ve kitlesel ölümlere sebep olmaktadır. Fakir insanlar için de göstermelik olsa da sanatoryumlar açılmış fakat burada yaşama tutunabilen insanların sayısı yok denecek kadar az olmuştur. Buralara getirilen insanların büyük bir kısmı ölmüştür. Bakımsızlık ve sağlanan şartların çok kötü olması zaten bunun kaçınılmaz sonu olmuştur. Hemen hemen her durumda olduğu gibi burada da yine sınıfsal ayrımlar devreye girmiş ve zenginler için ayrı sanatoryumlar oluşturulmuştur. Bu lüks bakım evlerinde yaşam oranı çok yüksektir. Buraya yatan hastalardan sadece bağışıklık sistemi düşük olanlar hayatını kaybetmiştir. Geriye kalan bütün hastalar düzenli ve iyi tedavinin ardından gülerek sanatoryum kapılarından dışarı çıkmıştır. Sanatoryumlardaki bu sınıfsal ayrım uzun bir süre devam etmiştir. Fakat fakir insanların götürüldükleri sanatoryumlar öylesine korkunç bir hale bürünmüştür ki, buralara yatmak istemeyen insanlar kaçmaya ve kendilerini evlerinde gizlemeye başlamıştır. Bu da hastalığın bir türlü yok olmamasına neden olmuştur. Çünkü şehirlerde bu mikrop yaşamaya öyle ya da böyle bir şekilde devam etmiştir. Ölecek olsalar da alt sınıftan insanlar sanatoryumlar yerine sokaklarda ölmeyi yeğlemişlerdir. Yönetimler bir süre sonra bu gerçekle karşılaşınca kötü olan sanatoryumlara da el atmaya karar vermişlerdir. Elbette yine üst sınıftan insanların kaldıkları düzeye getirmemişlerdir. Fakat en azından ilaç tedavilerinin düzenli yapılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bu da kısa zamanda etkisini göstermiş ve hastalığın yayılım hızını yavaşlatmıştır. Bölgesel tedavi merkezleri ile insanların hareket alanları azaltılmış ve karantinalar uygulanmıştır. Aşısı bulunduktan sonra da tüberküloz korkulan ve öldürücü hastalıklar arasından yavaş yavaş çıkmıştır.
Sanatoryumlar artık eskide kaldı. Günümüzde birçok ülkede gelişmiş hastaneler bulunmaktadır. Bu hastaneler bölümlerden oluşmakta ve böylesi bulaşıcı hastalıklar için özel bölümlerde tedavi hizmetleri verilmektedir. Fakat orta çağda gördüğümüz (daha eskiden başlayan bir sistem elbette) sınıfsal sistem ne yazık ki günümüzde de hala devam etmektedir. Kim ne derse desin bugün zengin insanlar ile fakir insanlar aynı ciddi hastalığa yakalansa, zengin insanın yaşama yüzdesi çok daha yüksektir. Özellikle ölüm riski yüksek hastalıklarda bu durumlara çok net tanık oluyoruz. Çünkü kapitalist sistemin tanrısı paradır. Dualar parayla edilir, tedaviler parayla yapılır ve insan para ile yaşatılır. Meblağsı önemli değildir. 1 lira da olsa 100 lira da olsa para ile yaşamış oluyorsunuz. Günümüzde sanatoryumlar yok. Artık insanlar kendi izolasyonlarını kendi evlerinde sağlayabiliyorlar. Peki, ya evi olmayanlar? Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz aslında. Etrafı ateşten bir çember çiziyoruz ve insanlığın büyük bir kısmı bu çemberin daralıp, kendisini yakmasını bekliyor. Uzak gelecek değil bu..!
Yorumlar
Yorum Gönder