Yeryüzünün mutlak sahibi olduğunu iddia eden ve onu istediği gibi şekle sokacağını sanan bir canlı türüdür insan. Yani ahmak olmamızın bir başka söylemi de olabilir bu tabi ki. Ben de bir insanım. Buraya oturup sadece bir kısım insanı eleştirmek için bir şeyler yazmıyorum. Kendimi de dâhil ettiğim bu soyu bozuk canlı türünden biraz yakınmak istiyorum sizlere. Tabi ki konuyu olabildiğince daralttım. Fakat birçok başlık altında farklı konulara ilerleyen yazılarda değineceğim. Bugünkü yazımın esas konusu insanın kurban törenleri üzerine olacak. İnsanın acımasızlığının belki de en görünür halinden bahsedeceğim sizlere. Öncelikle insan neden böyle sürekli bir yok etme çabası içinde biraz ona değinerek başlamak istiyorum yazıya.
İnsan, evrimleşmenin sonucunda en mükemmel forma bürünmüş bir canlı olarak lanse ediliyor. Öyle olduğu su götürmez bir gerçek. Çünkü anatomik ve mental olarak kusursuza yakın bir ölçüye sahiptir. Diğer canlılar da bu kusursuzluk ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Düşünme yetisi oldukça sınırlı olarak yaşamlarını devam ettiriyor diğer canlılar (yani insan olmayan hayvanlar). Bu da insanı bu konuda diğerlerinden daha üstün olması sebebiyle birkaç gömlek üstün kılmaya yetiyor. Fakat bu üstünlük elbette hükümdarlık anlamına gelmemesi gerekiyor. Gerekiyordu. Lakin insanlar her bir evrimleşme sürecinde kendisini doğanın ve doğada bulunan her şeyin efendisi olarak görmeye başladılar. Kendi içlerinde bile didişen ve sürekli savaş halinde olan bir türe dönüştüler. Bugün Neandertalerin yok olup gitmesindeki en büyük pay hiç kuşkusuz zekasının daha gelişmiş olmasıyla övünen Homo Sapienslerdir. Yani bizim atalarımız. Gerçi son yıllarda Neandertal genlerine sahip yaşayan insanların da var olabileceğine dair bir takım görüşler var. Fakat bunun ne kadar doğru olduğu konusunda açıkçası ben pek emin değilim. Homo Sapiensler sırf zekâ konusunda Neandertal topluluklarından daha üstün diye hayatta kalmayı başarmışlardır. Neandertaller, Homo Sapienslerden fiziksel olarak çok güçlü olsalar da iş akıl ile hayatta kalma konusuna geldiğinde ne yazık ki tökezlemişlerdir. Hatta bu konuda çekilmiş olan harika bir film de var. “Ateş Savaşı” (orijinal dili ile “La Guerre du Feu”) adlı 1981 yapımı film Neandertal ve Homo Sapiens mücadelesinin oldukça iyi bir şekilde anlatıldığı harika bir antropolojik bir filmdir. İzlemenizi tavsiye ederim. İnsan daha kendi türdeşi ile sorunlar yaşarken utanmadan bir de doğanın hükümdarı olmaya kalkışmıştır. Sonunda olmuş mudur peki? Hayır. Olamayacak da! Tahribatı son sürat devam ediyor insanın fakat bilmiyor ki bu tahribatın sonunda kendisi yitip gidecek. Yok ettiği bu doğa onun ebedi mezarı olacak. Akıllı olan canlı, yani insan, en baştan beri böyle akıllı değildi. Şu an insan, akıllı olmanın ötesine geçmiş durumda. Kurnaz bir iki ayaklı memeli olarak gövde gösterisi yapıyor. Belli bir zamana kadar ağaç kovuklarında yaşayan bu süper canlılar evrim aşamalarını çok hızlı bir şekilde kat etti ve etmeye de devam ediyor. Fakat günümüze gelene kadar öylesine aptallıklar yaptılar ki şaşmamak elde değil. Gerçi oturup düşündüğümüzde makul gelecektir birçoğu ama yine de oldukça enteresan geleneklere, seremonilere ve bütün bunları kapsayan kültürlere sahipler. Bu yazıda ele aldığım seremoniler veya törenler ise kurban etme üzerine olacak. Aslına bakarsanız böyle bir yazı yazma fikri okuduğum güzel bir kitap olan James George Frazer’ın “
Günah Keçisi” adlı kitabından çıktı. Kitapta okuduğum şeyler kurban etmeden daha ziyade günahları ve kötücül şeyleri bir başka meta veya canlıya mal etmeyi anlatıyordu. Fakat bu mal etme sonunda ölümler de yaşandığı için bu aynı zamanda bir kurban etme anlamına da geliyor. Örneğin kitapta geçen bir günah keçisi olayından bahsedeyim sizlere. Eğer bir köyde ekinlerin bereketli olmama ihtimali varsa bu raddeye gelmeden hemen önce köyden bir kadın seçerler ve bu kadın dışarıda dolaşırken herkes evine kapanır. Kadın bütün evlerin kapısını çalarak köylüler tarafından beddualarla kovulur. Her bir kapı bunu yapar. Son kapıya gelindiğinde ise oradan da bedduayı alır ve köyün sınırları dışına köy halkı tarafından yuhalanarak çıkarılır. Bir süre orada kaldıktan sonra tekrar köye gelir. Eğer ekinler güzel bir şekilde yetişirse bu seremoni işe yaramıştır. Eğer verimsiz olursa da bu defa kadını köyden atarlar. Gördüğünüz gibi oldukça komik görünen bu seremoni aslında bir bakıma da tehlikeli ve korkunçtur. Evet, bunda belki bir halk tarafından ölüm yok fakat artık o köyde barınamaması da bir bakıma onun için ölüm demek olmuyor mu?
Kurban etmek gibi ilkel ve çağ dışı bir etkinliğin o dönemlerde var olması belki kabul edilebilir olabilir. Çünkü insanın ilk var oluşundan itibaren korku en büyük yaşadığı duygusallığı olmuştur. Hemen hemen çevresindeki her şeyin tehlikeli olma ihtimali ile yaşayan bir canlı elbette paranoya ve korku ile yaşamını sürdürmek zorunda kalacaktır. Gerçi her geçen yüzyılda insan korkan bir yaşam formu olmaktan çıkıp, korkutan bir canlı olmaya doğru evrilmiştir. Eli ne zaman silah tutmaya başladı (silahtan kasıt yaralayıcı ve öldürücü her hangi bir şey) o zaman dünyanın sahibi olmaya hak kazandığını sandı. Aslında insanların ilk savaşı kendi cinslerine değil, etrafında barınan diğer canlılara ve doğanın kendisine karşı olmuştur. Bir zamanlar korkudan ağaç kovuklarında yaşayan atalarımız bir süre sonra hayvanları ağaç kovuklarında yaşamaya mahkûm etmeye başlamıştır. Hatta yaşam alanlarını birer birer tahrip ederek onları sanki bu doğanın bir parçası değilmişçesine ötelemişlerdir. İnsan, ilk var olduğunda köpek dişleri olmadan var olmuştur. Yani insan aslında otobur bir canlı olarak dolaşmıştır bir süre. Darwin, “
Türlerin Kökeni” adlı kitabından bundan bahseder. İlk insanın diş yapısına bakıldığında sadece bitkiler ve bitkilerin mahsulleri ile beslenmeye uygun olduğunu söylemiştir. Ne zamanki saldırganlaşmış ve avcı formuna bürünmüş o zaman diş yapısı da evrimleşmiş ve et yemeye adapte olmuştur. İnsan, aç kaldığı için et yememiştir. İnsan, merak ettiği ve güçlendiği için hayvan öldürmeyi ve onu yemeyi tercih etmiştir. Ateş bulunana kadar hayvanları çiğ çiğ tüketen insan, o haliyle bile et yemeyi bitki tüketmekten daha fazla sevmiştir. Sonra ateş var olunca da et tüketimi daha da fazlalaşmaya başlamıştır. Artık kurban törenlerinin vazgeçilmezi hayvanlar olmuştur. Hayvanları kesmek, onları parçalamak dururken insan kendi türünden birini neden kesecekti ki? Evet, birkaç topluluk bunu yapmıştır. Fakat çoğunluk hayvanları katlederek tanrı ile iletişim kurmayı tercih ermiştir. Tanrının aç gözlü bir şey oluşu nasıl oldu da insanı korkutmadı acaba? Ya da insan kendi yarattıkları tanrılara neden hayvanlar sunmayı tercih etti? Kan akıtmak neden bu kadar kadim bir görev oldu?
Bütün bu soruların çok uzun cevapları var. Bunu sizler de biliyorsunuzdur. Yaratılan tanrılara bir şeyler sunmak sadece insanın kendi çıkarı doğrultusunda yaptığı bir şeydir. Eğer bir kabile ekinlerden verim alamıyorsa ya da bir hastalık dadandıysa hemen tanrıya hayvanlar kesilir. Eğer bir çift evlendiyse ve erkek çocukları olsun istiyorlarsa hemen bir hayvan kesilir ve tanrıya adak adanır. Her halükarda insan kendi çıkarı için tanrı denen yokluğa hayvanları keserek yaranmaya çalışır. Olan sadece hayvanın canına olur. Günümüzde ise bu akım ne yazık ki hala devam etmektedir. Mükemmel olan varlık yani insan, hala tanrılara hayvan adakları adamaktadır. Kan akıtarak tanrıyı memnun etmenin yolunu aramaktadır. Pagan dinlerinden tutun da gökten kitapların indiği dinlere kadar hepsinde bu acımasız, ahlak yoksunu ritüel vardır. Sözüm onu tanrı mükemmel ise neden kendi yarattığı hayvanların kanına ve cesetlerine ihtiyaç duyar? Madem tanrı her şeyin yaratıcısı ve kadim bir şey o halde neden insanı diğer yarattığı canlılardan daha üstün tutar? Adalet sistemi nerede kaldı? Nerede kaldı dinlerin sevgi pıtırcığı yüzleri. Hiçbir zaman, hiçbir din sevgiyi ve adaleti savunmamıştır. Budizm belki bunlardan sıyrılabilecek bir inanç olabilir. Fakat onun içinde de yanlışlar yok değil. Dinler, en büyük tahribattır aslında. Hem doğaya karşı hem de insanın kendi benliğine karşı. Yaratılan tanrılar ve onların mesul oldukları dini gruplar her daim korku ve despotluğun içinde var olmuşlardır. Öylesine büyük bir korku ki bu beynin tamamını ele geçirir ve düşünme yetilerini yok eder. Bu gibi fütursuzluklardan kendini uzak tutan insan ise evreni ve var olan her şeyi anlamaya çalışır. Çözümlemeye çalışır. Var olan her şeye saygı duyar. Ve en önemlisi de yok etmemenin önemini öğrenir.
Kurban törenleri, bayram adı altında anılıyor. Çok vahim bir durum değil mi sizce de bu? Can almak bir bayram olarak kutlanıyor. Yani on bin yıl önceki insanın, korkan ve cahil insanın, yaptığı ritüel günümüzdeki süper insanların devam ettirdiği vandallıktan başka bir şey değil. Hayvanları tüketim çılgınlığımızın en büyük parçası olarak görmek zaten en büyük zalimliklerimizin başında geliyor. Bir de bu yetmezmiş gibi onları bayram adı altında kesmek, canlarını almak gibi bir kötülüğün içinde yer alıyoruz. Ne kadar iğrençlik varsa aslında hepsi bizim ellerimizde. Yaşatmak dururken yok etmek ve tüketmek seçimlerimizin başında geliyor. Ne zaman doyacağız bilmiyoruz. Kendimizden başka herhangi bir canlıyı var etmek istemiyoruz. Sanki bu gezegen sadece bizim için var olmuş gibi bir havadayız. Hâlbuki buraya en son gelen bizleriz. Dağdan gelip bağdakini kovma durumu bizim için geçerlidir. Bu koca, yaşlı dünyada milyarlarca canlı var oldu. Milyarlarcası yaşadı ve öldü. İnsanın evrimleşmesine kadar hiçbir canlı bu güzide eve zarar vermemiştir. Hiçbir canlı aç gözlü olmamıştır. Etobur canlılar bile aç olduklarında avlanmışlardır ve sadece doyabilecekleri kadar yemişlerdir. Bugün belgesellerde izlediğimiz bir jaguar bir ceylan avlayıp onu yedikten sonra birkaç hafta yemek yemeyebiliyor. Kendisini aç hissettiğinde tekrar ava çıkıyor. Fakat insan asla doymuyor. Midemizin alacağından çok fazlasını yiyoruz. Çünkü bizler avlanmıyoruz. Her şey önümüze hazır geliyor. Eğer bugün insanlar silah ve türevlerine sahip olmadan bir ceylan veya bir tavuk avlayabilirlerse ve onları elleriyle parçalayıp yiyebilirse belki o zaman jaguar ile eşit duruma gelebilirler. Fakat böyle bir şeyin olma olasılığı yok denecek kadar düşük. Ellerimize bıçakları alıyoruz ve savunmasız memelileri (türdeşlerimizi) zalimce katlediyoruz. Bayram kisvesi adı altında yapılan bu katliamı hafifletecek öyle güzel cümleler bulmuşuz ki şaşmamak elde değil. Hayvanın canını çok yakmadan kesim yapılıyor deniyor. Sizlere soruyorum böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Kendinizi düşünün. Elinize bir diken bile battığında nasıl acı hissediyorsunuz. Bir ineğin gırtlağının kesilmesi az acılı olabilir mi? Bir can almak acısız olabilir mi? Çok vahşiyiz ve giderek daha da vahşileşiyoruz. Hiçbir canlıya sevgi ve saygı beslemiyoruz. Tür ayrımı yapıyoruz. Evimizde kedi besleyip, tavukların canlı olduğunu unutuyoruz. Onları tavada kızartıp yerken bir yandan da kedimizin başını okşuyoruz. Sonra kendimize hayvan sever diyoruz. Kendi kedinizi yiyebilir misiniz? Onu da tavada kızartıp yerseniz eğer size diyecek lafım yok. Hayvanların katledilmesi ne zaman son bulacak bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki dinler en büyük yaşam düşmanıdır. Ve dinler hayvanları, çiçekleri, ağaçları sevmezler. Yok etmek ve kıyım yapmak en büyük fetvalarıdır!
Yorumlar
Yorum Gönder