Bir Hilkat Garibesi

Frankenstein, 200 yılını doldurmuş bir kitap. Düşünsenize 200 yıllık bir kitap bugün hala ellerinizle ve gözlerinizle buluşuyor. Elbette bunun tek örneği Frankenstein değildir. Fakat bu kitap beni öylesine etkiledi ki, kendimi klavye başına oturup kitap hakkında bir şeyler yazmakla görevli hissettim. Birdenbire üstüme böyle bir misyon yapıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse Frankenstein’ı okumaya başlamadan önce beni bu kadar derinden etkileyeceğini ve düşüncelere zerk edeceğini hayal etmemiştim. Bunun en büyük nedeni de kitabın “Korku Klasikleri” adı altında satılıyor olması. Zira korku türüne her zaman birkaç adım geride durmayı tercih etmişimdir. Tabi ki bu söylediğim “yeni yetme” korku kitapları için çoğunlukla. Kültleşmiş korku romanlarına veya filmlerine böyle bir yargıda bulunmayı doğru bulmuyorum. Çünkü onlar özgün olanlardır ve bugünün birçok korku türündeki eserlerine ilham olanlardır. Her ne kadar ilham olmuş olsalar da eli yüzü düzgün korku temalı edebi eserler veya sinematik eserler günümüzde hala oldukça düşük etkidedir. Fakat Frankenstein için bir korku kitabı demek…

Frankenstein ismini daha önce duymuşsunuzdur. Duymayanlarınız varsa da oldukça genç arkadaşlarsınızdır büyük ihtimalle. Zira ben 10 yaşımda falandım bu ismi ilk duyduğumda. Elbette ne anlama geldiğini ve neyi sembolize ettiğini bilmiyordum. O zamanlar benim jenerasyonumun hafta sonları izlediği sabah çizgi filmlerinin birinde bu isme denk gelmiştim. Tabi ki çizilmiş benliği ile birlikte. Hatırladığım kadarıyla nasıl gördüğümü sizlere tasvir etmeye çalışacağım. Karanlık bir odada sadece küçük bir ışığın aydınlattığı masa vardı. Bu masanın etrafında ise o zamanın dillere destan olmuş korkunç yaratıkları ve adamları vardı. “Çekiç Kafa, Silgi Kafa, Freddy Krueger, Hannibal ve Frankenstein” bu az ışıklı masanın etrafına oturmuşlardı. Hatırladığım görüntü sadece bu kadar işte. Çizgi filmin tamamında ne olduğunu veya ismi hakkında en ufak bir fikrim yok. Aslına bakarsanız bu karakterleri hatırlıyor olmam bile büyük bir şey benim için. O zamanların çizgi filmleri işte böylesine kaliteli yapımlardı. Akıllarınızda ve duygularınızda yıllar sonra bile kalmayı başarabiliyorlar. Gerçekten de çok şanslı bir zamanda doğmuşum. Frankenstein’ın o çizgi filmdeki yüzü gerçekten de Freddy’den sonra en korkunç olanıydı belki de. Frankenstein gerçekten de korkunç bir karakterdi. O çizgi filmden sonra bir daha da Frankenstein ile ilgili ne bir film izledim ne bir şey okudum. Benim zihnimde böylesine kalmış bir karakteri nasıl böylesine ıskarta ettim aklımdan inanın ben de bilmiyorum ve ayıplıyorum kendimi. Hiç düşünmedim “evet, Frankenstein korkunç ama bu adam nasıl bu hale gelmiş” diye. Uydurma bir korku karakteri deyip geçtim. Geçen ay kitapçı gezerken Frankenstein kitabına denk geldiğimde sanki her şey bir anda zihnimde canlandı. Her şeyden kastım ise o çizgi filmde gördüğüm sahneden başka bir şey değil. 29 yaşına gelmiş biri olarak Frankenstein okumak için çok mu geç kaldım diye düşünmedim değil. Fakat hangi kitabı okumak için geç kalmış olabilirsiniz ki? İşte bu yüzden ben de Frankenstein’ın deforme olmuş yüzünün arkasındaki hikâyeyi öğrenmek istedim. Günümüz bazı genç tayfanın sapık gibi korku kitaplarına veya filmlerine dadanması gibi sanmayın sakın benim Frankenstein düşkünlüğümü. Bu, daha ziyade merak duygumu tatmin etme ve bunu giderme amacından başka bir şey değildi. Zira ben korku öğelerini sevmeyen bir adamım ve kasıtlı korkmak için bir adım atacak derecede de sapkın değilim.

Resim Kaynağı: https://www.frankensteincondition.com/

Doktor Frankenstein, tanrılığa soyunmuş birisidir. Ya da kafasındaki tanrı timsalini ruhu ve bedeni ile bütünleştirmiş bir aymaz da olabilir. Tanrılık mertebesine erişmek gibi bir niyeti yok gibi görünse de kitapta, yaratma eylemi tanrısal bir unsur olarak göründüğü için haliyle bu etiketi de üzerine yapıştırmak gerekiyor. Frankenstein, daha çocukluktan itibaren bilim ile içli dışlı olan birisidir. Esas tutkusu ise doğanın kendisidir. Çünkü doğa en büyük bahşeden ve en cömert olandır. İçinde barındırdığı sayısız canlı formlarla Frankenstein gibi meraklı birinin elbette ilgisini çekmektedir. Frankenstein ise doğa ananın şefkatli kollarında olmayı ister. Okuduğu doğa bilimcilerin ve bilim adamlarının kitapları da bu merakını daha da üst seviyeye çıkarır ve en sonunda büyük bir çalışma ile kendisi de bir bilim insanı olur. Burada elbette bütün kitabı oturup size anlatmayacağım veya hikâyeyi geniş kapsamlı olarak yazmayacağım. Fakat olabildğince yüzeysel bir şekilde bahsedeceklerim de yok değil!

Kitaptaki esas olay ise hiç şüphesiz Dr. Frankenstein’in kadavralardan topladığı uzuvlarla ve özel kimyasal ve biyolojik birleşimlerle birlikte var ettiği bir yaratığın gözlerini dünyaya açmasıdır. Bu yaratığı hiçbir estetik dokunuş olmadan yaratmıştır. Bütün uzuvlarını dikerek ve kaynatarak bir araya getirmiştir. Öyle saçma şey mi olur dediğinizi biliyorum. Fakat bu yaratma sürecinin detaylarını burada yazmıyorum. Zira kitap okunmaya değer bir kitap ve sizlerin de elinize alıp okuyacağınızı düşündüğüm için pek fazla detay vermeyeceğim. Bu yaratığı yaratmak için gecesini gündüzüne katar Dr. Frankenstein. Ne yemek yer doğru düzgün ne de güneşin altında yürümeye çıkar. Bir odaya kendini hapsetmiştir ve orada tıpkı bir terzi gibi kesme biçme işlerini yapmaktadır. Yaratığın yüzünü ise oldukça özensiz bir şekilde yapar. Bütün işler bittiğinde uzaktan eserine baktığında oldukça ürkünç bir insan modeli yarattığını fark eder. Onun canlanması ve yürümesi için bileşimlerini ve yarattığı yaşam formüllerini uygulamaya geçer. Bir gece o kadar yorgun düşer ki, daha fazla dayanamayıp odasına geçer ve yatağına yatar. Tam uykusunun ortasında sesler duyar ve odasının kapısı açılır. Tüm görkemi ve ürkünçlüğü ile babası olduğu hilkat garibesi karşısında belirir. Öylesine korkar ki bir anda kendisini dışarı atar ve kaçar. Şehrin sokaklarında koşar koşar koşar…

Resim Kaynağı: Bernie Wrightson

* Hilkat Garibesi: Bedeninde doğuştan normal olmayan gariplikler, deformasyonlar olan kimse.

Düşünsenize sizi dünyaya getiren babanız sizden korkuyor, tiksiniyor ve kaçıyor. Adınız hilkat garibesi olarak kalıyor. İşte tam bu noktada Frankenstein’in neden bir korku karakteri olmadığına değineceğim. Zira okuduğum en acıklı hikâyeye sahip karakterlerden birisi oldu. Frankenstein kesinlikle bir korku romanı değil, tam anlamıyla bir dram romanıdır. Dışlanmışlığın ve ötekileştirilmişliğin formudur. Kadavralardan meydana gelmiş, var olduğu dünyaya yabancı ve tek güvendiği, bildiği ve babası olarak kabul ettiği tanrısı tarafından yalnızlığa terk edilen Frankenstein mi korkunç? Öylesine biçare bir şekilde babasına geliyor ki, sevgi ile kucaklanacağını sanan Frankenstein bir anda yalnızlığı ile baş başa kalıyor. Farklı bir form olduğunu o zaman anlıyor. Normal bir insan olmamanın acısını ise ilk başta tanrısından görüyor. İnsanların olmadığı ormanlarda, dağlarda yaşamaya başlıyor Frankenstein. Hiç kimse yok. Sadece ormandaki yaşam ve kendisi… Bilmediği bir coğrafya, bilmediği bir hava ve bilmediği bir gökyüzü… Sanki burası onun için kocaman bir boşluk gibi duruyor. Hani filmlerde kapı önüne bırakılıp terk edilen çocuklar var ya işte onun gibi. Fakat o çocukların hayatta bir şansları olabilirken Frankenstein deforme olmuş yüzü, insan formu gibi görünse de düzensiz bir şekilde dikilmiş uzuvları ile korkunçluğun ta kendisi oluyor. Hatta tanrısı ona “İBLİS” diye sesleniyor. Bir iblisin babası olduğunu ise asla kabul etmeden bunu yapıyor.

Doktor Frankenstein’in kardeşi ormanda ölü bulunur. Bunun haberini alan doktor yıkılır ve hemen memleketine döner. Kardeşinin ölüm hikayesini dinler ve aklına hemen bunu yapanın kendi yarattığı o hilkat garibesi olduğu fikri gelir. Her ne kadar öldürenin yakın dostları “Justin”in olduğu düşünülse de doktor asla buna inanmaz ve Justin’i mahkemeden kurtarmak için elinden geleni yapar. Fakat başarılı olamaz. Justin de idam edilir ve hem kardeşinin ölümü hem de Justin’in ölümü ile yüzleşmek zorunda kalır. Yarattığı bu yaratığın nelere mal olduğu konusunda kendisini suçlayıp durur. Böyle bir caniyi yarattığı için geceleri uyuyamaz ve intikam ateşi ile yanıp tutuşur. Rüyasında sürekli bu yaratığı görür. Hem korkar hem onu öldürmek ister. Artık kendisini de suçlamaya başlamıştır. Fakat suçun en büyüğünün her zaman hilkat garibesinde olduğunu düşünür. Ve bir gece bu yaratık doktorun yatak odasına girer ve karşısına dikilir. Bu defa ondan kaçmaz ve bütün öfkesini kusar yaratığa. Ona hakaretler savurur ve intikam duygusunu açığa çıkarır. Fakat karşısındaki heybetli yaratık tanrısına gelmiştir. Babasına gelmiştir. Ona zarar vermek için değil, neler yaşadığını anlatmak ve yardımcı olmasını istemek için gelmiştir. Hilkat garibesi onunla konuşmak ve bazı isteklerinin olduğunu söylemek için gelmiştir. Eğer bu istekleri yerine gelirse kendisi de doktorun ailesinden başka kimseyi öldürmeyeceğini ve çok uzaklara gidip insanlardan soyut olan yaşamına devam edeceğini söyler. Daha yaratık cümlesini bitirmeden doktor kendi adını verdiği oğluna hakaretler ve tehditler savurmaya tekrar başlar. Hatta onun üzerine atlayarak ona saldırır. Fakat hilkat garibesi onu ufacık bir hamle ile yere savurur. Normal bir insandan kat ve kat güçlü yarattığı Frankenstein’i alt edebileceğini düşünür ama tabi ki başarılı olamaz. Tam burada kitaptan bir bölüm sunmak istiyorum sizlere.

“…Ah, Frankenstein, ne olur başka herkese hakkaniyetli davranıp da adaletini, hatta merhametini ve şefkatini en çok hak eden beni ezip geçme. Unutma ki beni sen var ettin; senin Adem’in olmam gerekirdi, haksız yere sevinçten mahrum bırakıp sürgün ettiğin düşmüş melek değil. Nereye baksam, geri dönüşü olanaksız biçimde dışında bırakıldığım mutluluğu görüyorum. Halbuki başta ben de iyi niyetli, yüce gönüllüydüm, çektiğim acılar beni iblise dönüştürdü. Beni mutlu et ki tekrar erdemli biri olayım…”  (Yayınevi: DeX)

Böylesine bir yakarışın sahibi işte korkunç olan bu hilkat garibesidir. Adem olması gerekirken iblis olmak zorunda kalan bu hilkat garibesinin yakarışlarının olduğu sayfaları okurken gerçekten de gözlerim doldu. Beni okuduğum şeyler genelde etkiliyor zaten. Frankenstein’in bu acıklı yakarışı da oldukça içime işledi. Frankenstein, gözlerini açtığında içinde hiç kötülük barındırmayan bir bebekten başka bir şey değildi. Onu kötü olmaya sürükleyen ise tanrısıydı. Merhametine güvendiği ve sevgisini tadacağına inandığı tanrısı ona arkasını dönmüştür. Onu acılara terk ettiği için büyük bir öfke beslemesi ise kaçınılmaz bir son değil midir sizce de? Frankenstein’in tanrısından uzakta geçirdiği yılların ise insanlardan darbe yemesi ve sürekli dışlanması ile geçmesi de bu öfkeyi perçinleyen en önemli unsurların başında gelmiştir. Ormanda canlılara bile kıyamayan ve sadece bulduğu bitkilerle ve meyvelerle beslenen bu saf yaratığı babasından başkası kötü bir forma sokmamıştır. Böylesine içinde iyilik besleyen ve umudu olan bir varlığın kötü ve katil birine dönüşmesi asla kendisinin suçu olamaz. Ve Frankenstein asla bir korku hikayesinin baş rolü değil, bir dramın bedbaht karakteridir. Acılarla yoğrulmuş biçimsiz vücudunda sadece sevilmeyi ve şefkati arzu etmiş biridir. Ve bu Frankenstein’in acıklı hikayesidir. Kimse için korkunç gelemez ve eğer okuduğunuzda sizler de kalbinizde bir üzüntü hissediyorsanız bu doğru olandır. Son olarak yine kitaptan bir bölüm ile yazıyı noktalayacağım.

“…Tüm insanlık benden nefret etmiyor mu? Tiksinmiyor mu? Yaratıcım olan sen bile beni paramparça etsen sevinirsin; bunu aklından çıkarma. Şimdi söyle bana, insanın benden esirgediği acımayı ben niye insana göstereyim? Beni, elinin emeğini, buzlardaki o yarıklardan birine atıp yok edebilsen buna cinayet demezsin. Peki, beni lanetleyen insana saygı mı göstermeliyim o zaman? Halbuki karşılıklı bir sevgiyi paylaşsak, ona zarar vermek şöyle dursun, hoşgörüsünün karşılığında şükran dolu gözyaşlarıyla emrine amade olurum…” 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Görevimiz Yıkım!

Vahşi Müzik: Arabesk

Antik ve Modern Kurban Törenleri